1 Ocak 2017 Pazar

Akıntı

Sevinç. Acı. Neşe. Hüzün. Hareket. Durgunluk. Daha birçokları. Birbirine karışmış duygular. Ama en çok hissizlik. Sessizce yürürken üstten alttan çok şeyin geçmesi, ama hiçbirini farkedememe durumu.

Evet biliyorum, onu, hayatın o en büyük düşmanını durduracak ne bir silahımız var, ne de gücümüz, ama o da çok hızlı akıyor, yavaş yavaş bitiriyor hayatı, hepimizi. Altı ay sonra şairin belirlediği, peşinden gidenlerin de bırakmamacasına diline doladığı o "yolun yarısı"na varıyorum. Bunca zaman boyunca okula, derneğe, çeşitli şirketlere, az biraz yabancı ülkelere, çokça konserlere, güzel vakit geçirilen arkadaş yemeklerine gidip geldim. Belki de ben hep aynı yere gittim, onun köküne kibrit çakılan yere. Sonra da hep aynı yere döndüm, kendi içime. Peki bundan sonra o yolun geri kalan yarısında nerelere uğruycam? Şehirler, mekanlar, arkadaşlar tamamen aynı ya da biraz farklı olabilir ama kendimce kendimi ne kadar koruyabilicem? (Ne kadar koruyabildin ki, şimdi bu soruyu soruyorsun?!)

Bu zamana kadar Barcelona'nın en iyi kadrosu ara ara yuva, çocuk, ev (buna artık emeklilik de eklenecek) ataklarıyla sağlı sollu geldi, kimine durdum, kimine duramadım. Kaleyi severim, az da uçmadım küçükken ama bir Genzo Wakabayashi de değilim. Tamam tamam, kızmayın vurmayın abiler ablalar, burada Bim'den Peripella, yaban ellerde Aldi'den Knussknacker alıcam söz veriyorum ama biraz da ağır olun. Kabul edin sizin gibi olmak zorunda değilim, kabul edin siz bu olmak zorunda değilsiniz, gelin (ya da gelmeyin, en azından beni bırakın) Kadıköy-Karaköy vapurunda bir çay içip boğaz havası alalım, Karaköy'ün loş, dar sokaklarında -yol üstümüz de olsa- azıcık aylaklık yapalım.

Uzun lafın kısası, sen coşkun bir nehirsin, hızlı hızlı akıyorsun, hepimizi önüne katıp sürüklüyorsun. Biz de seninle akarken dokunuyoruz bir şeylere, duraklara uğruyoruz. Tamam anladım bu iş böyle oluyor da, sen denize dökülürken, o son anda biz ne diyoruz?