3 Ağustos 2009 Pazartesi

Koyverdun Gittun Beni


Kolay değil insanlarla bir olmak, hepsini birleştirmek. Kalabalıklar görüp kabul ettiği için, onlar da kalabalığın parçası olduğu için gerçekleşti bu "bir"leşme. Hakkın, doğruluğun, özgürlüğün temsilcisi oldukları için, sözlerini söylemekten vazgeçmedikleri için, bu toprakların çocukları oldukları için kabul edildiler, biraz erken gittiler, yüreklerde acı-tatlı bir tat kaldı onlardan sonra.

İkisini de mücadele ettikleri bu aşağılık düzen öldürdü. Ülkenin kodaman çay üreticileri ayakta kalacak diye içilen çaylar, "millete dil uzatanlara" sıkılan kurşunlar yakışıklı ölümleriyle son buldu. Adlarını bildik onların. Biri Hopa'lı Laz Kazım, biri Malatya'lı Ermeni Hrant.

Adlarıyla hitap ettik, çünkü yakınlarımızdı. Kazım'ın konserlerinde o gidene kadar binlerce, onbinlerce insan horon tepti, şarkılarını söyledi. Kazım da şarkılarını söyledi, arada bolca konuştu, şımardı. Herkes onu çok sevdi. Hrant'ı mahkum ettiler haksız yere, kendi topraklarında ona yine haksızlık ettiler, gözyaşlarına hakim olamadı. Sonra da bu ülkenin caniler güruhu karar verdi, planladı ve onu bizden aldı. Cenazesinde insanlar şehre sığamadı. Bu erken giden anadolu delikanlıları için herkes yine yine toplandı.

Ben ikisine de bir selam veremedim. Kazım öldü, çok üzüldüm. Birilerini aradım, paylaşmak için. Konuyu açtım, "Evet" dediler, "Çok insan öldü bizim orda bu çaylar yüzünden". Aynı telden olmadığımızı görünce, "Ama Kazım, kazım candır" diyemedim. Hrant ağladı, içim acıdı. Agos aradım bayilerde ona yazmak için. Bulamadım vazgeçtim. Çabuk vazgeçtim. Sonra o da gitti. Suçluluk hissediyorum. Onlara destek olamadım. Artık hep konuşuyorum onlardan, diyorum "Değerli insanlardı". Onların yaptıklarının boşa çıkmamasını sadece bu değeri yaşamak ve yaşatmak sağlar. Dürüst olmak, hak aramak, sözünü söylemek, mücadele etmek, bir olmak, ve tabii ki sevmek.

27 Nisan 2009 Pazartesi

Yaşamın ve Ölümün Ötesinde

Hepsinin olacağını biliyordu, yeterli dayanağı yoktu, beyninin kalbine zincir vurmasını izledi. Düşmanının onun önünde olmasının da bir anlamı yoktu, çünkü tek anlamlı olan onun oraya ulaşmasıydı, orda yaşayacaklarıydı. Düşmanının tek rolü onun sevgilisini de beraberinde götürmesiydi.

Uzunca zaman bir bulmacaya baktılar, pek zeki gözükmeyen memur söyledi bunun bir harita olduğunu. Kütük kadın yanık motor yağıyla karakola geldi, ajan teşekkür etti ve ona yağı sordu, o da kocasının dediğini söyledi, "Bu yağ bir geçidi açıyor".

Artık herşey anlaşılıyor, geçidin yerini buldular. Ayak izlerini takip ediyorlar, ki düşmanı ve sevgilisi ondan önce geldiler, geçitten geçtiler. Ajan şerifi durduruyor, tek başına olması gerektiğini söylüyor. Ajan devam ediyor, incir ağacını ve çemberi buluyor. Şerif de gizlice izliyor onu, ajan ilerliyor, ilerliyor, geçit açılıyor, kırmızı perdeler, ilerliyor, ajan kara locaya giriyor, geçit kapanıyor.

Rüyasındaki odada şimdi. Bir şarkı duyuluyor. "İncir ağacının altında". Koltuklar, boş zemin, kırmızı perdeler. Ve cüce perdenin arasından içeri giriyor. Kırmızı perdenin önünde bir şarkıcı bu şarkıyı söyleyen. Onu izliyorlar. Şarkı bitiyor, şarkıcı kayboluyor. Ajan koltuğa oturuyor, cüce de hemen yanında. Kara locada varlıklar bir garip konuşuyor. Cüce konuşmaya başlıyor. Arkadaşlarının da burda olduğunu söylüyor. Laura beliriyor cücenin yanında. Onu yine göreceğini söylüyor, sonra kayboluyor. Uzun boylu tanıdık garson kahve ikram ediyor ona, sonra dev gözüküyor onun yerinde. Kahve gerçekliğini kaybediyor. "Ateş benimle yürü". Her tarafta ateşler. Korkunç bir çığlık. Oda loşlaşıyor, gitme zamanı.

Koridordan geçiyor, yine aynı oda. Geri dönüyor, yanlış yön. Burda her koridor, her oda aynı yere çıkıyor. Hastalıklı, korkunç bir arzu, bir gülüş. Cücede vuku buluyor ama kime ait olduğu belli. Diğer kız görünüyor. Kuzenimi izle diyor. Koridoru geçiyor, odaya giriyor. Oda boş. Sonra cüce görünüyor. "Doppelgänger". Gözler de sese katılmış, ferleri gitmiş. "Bu arada". Laura, farklı bir halde. O çığlıkları atıyor, ajana doğru koşuyor. Dehşet saçıyor. Ajan kaçıyor.

Koridor ve oda. Farkediyor ki kanıyor. Kanını takip ediyor. Odada o ve Caroline yerde kanlar içinde. Onun görünce içi titriyor, "Caroline" diyor. Ama yerden Annie boğazı kanlar içinde kalkıyor. Birşeyler anlatmaya çalışıyor. Kayboluyorlar ve ajan yine odaya giriyor. Annie çıkıyor karşısına. Onu kimin öldürdüğünü bildiğini söylüyor, "kocamdı" diyor. Ajan anlamıyor. Derken "Annie kim?" diyor Caroline. Ve Caroline da gidiyor, Laura geliyor. Laura çığırmaya başlıyor, ajan irkiliyor. Sıra Earle'de. "Dale Cooper". Annie için ruhunu istiyor. Ajan kabul ediyor. Earle onun karnına saplıyor. Ajan düşüyor. Ateşler her yerde. Ajan kalkıyor. Karşısında Bob iğrenç arzusu, korkunç kahkahasıyla Earle'ün başında. Earle bağırıyor ve bağırıyor. "Be quiet". "Be quiet". Diyor ki, "o senin ruhunu alamaz". Bob Earle'ün ruhunu alıyor. Ajan odadan çıkıyor. Sonra koşarak giriyor, Bob'un yanına geliyor, Bob gibi şeytani kahkahakar atıyor, gözünün feri gitmiş. Doppelgänger. Ajan odaya sürekli giriyor, çıkıyor ama artık kendi kendini kovalıyor. Kendi kendinden kaçamıyor.

Şerif ağaçlıkta perdenin belirdiğini görüyor. Koşarak beyaz çembere yaklaşıyor, Dale'i ve Annie'yi kanlar içinde buluyor.

Great Northern oteli. Ajan yatakta. Şerif ve doktor başında. Uyanıyor, ilk Annie'yi soruyor. Hastanede olduğunu ama iyileşeceğini söylüyorlar. Dişlerini fırçalaması gerektiğini söylüyor. Kalkıyor. Onlara dönüp tekrar ediyor. Onlar da onaylıyor. Banyoya giriyor. Macunu eline alıyor. Lavaboya boşaltıyor. Yüzünde garip bir ifade beliriyor. Gerileyip birden aynaya kafa atıyor. Aynadan içindekileri görüyoruz. Bob ruhuna sahip olmuş. Kanlar boşalırken o pis sırıtış yüzünde beliriyor.

28 Mart 2009 Cumartesi

Ben Güçlüyüm, Güçsüzlüğümde

Bu başlıktaki yazıyı bundan yaklaşık 7 sene önce yazmıştım. O zamanlar siyaseten şimdiye göre çok daha hareketli olduğumuzdan böyle şeylerle de uğraşıyorumuşum demek ki :) Arkadaşım Özgür'ün "Özgür Fikir" diye bir sitesi vardı, orada eklemişti bu yazıyı. Bugün Özgür'le konuşurken bu bütün eski defterleri döktü, baya eğlendik. Yazıyı bana gönderdi, gerçi biraz önce baktım, bende de duruyormuş ( benim böyle şeyleri attığım nerde görülmüş :P ) Her ne kadar insan eski yaptığı şeyleri çocukça bulsa da, bu yazdıklarımdaki görüşlerim hala değişmedi. Tabi yazının çok resmi bir dili var, o biraz sinir edici. Bir de o zamanlar anarşizmle çok ilgilendiğim için çok anarşist bir yazı olmuş :) Yazının nostaljik değeri olduğundan ve hala inandığım şeyler olduğu için buraya eklemeyi uygun gördüm. Tabii "zaten az yazıyoruz, elime malzeme geçti, bari bunu koyayım" gibi bir hin düşünce de yok değil :) Neyse yazı aşağıda.

Küçükken, kendi hayatlarında da farklı bir anlayışa sahip olmayan bazı anne-babaların çocuklarına verdikleri "altın" bir öğüt vardır : "Hayatta güçlü olan kazanır". O zamanlar aklı fikri oyunda olan ya da olması gereken bu çocukların kafası da hafiften bulanmaya başlar. Büyüdüklerinde de bu çocuklar, anne-babalarının, çevrenin, televizyonun onlara yükledikleri "güç" misyonunu gerçekleştirebilmek için mavi gezegenimize ve "güç"ten yoksun kalmış canlılarına etmediklerini bırakmazlar.

Güç, çoğu insanın ulaşmayı hedeflediği şeylerden biridir. Güce ulaşmayı hedefleyen birçok insan, kendilerine dayatılan bu sistemde, özgürlüğün kapılarını onlara açacak olan hayal dünyalarına ulaşamazlar. Zincirlerini kıramayacak olmakla birlikte gündelik yaşamın somut zevklerine emir etmeye başlarlar.

Aslında yukarıda bahsettiğim insanların yaşamlarındaki gelişmeler, sistemin sunduğu kavramlarla iç içe olmaları, karşıt düşüncelere uzak kalmış olmaları açısından olağandır. Yalnız birtakım insanlar vardır ki, onların yaşamlarındaki gelişmeler daha üzücüdür.

Yaşamlarımıza hükmeden sistem, sınırsızlığını bireylerin itaat etmesinden, uyum sağlamasından, daha da önemlisi sistemi sistem yapan kavramları içselleştirmesinden alır. Aslında sistem küçüklüğümüzden beri o kadar içimize yerleştirilmiştir ki, sistemin kavramlarını, düşünce kalıplarını reddetmek, bunlardan kurtulmak da kolay değildir.

Bir dönem felsefeyle ilgilenmiş, insanlığın gidişatı üzerine kafa yorup bir şeyler yapmaya çalışmış, kendini "devrimci", "muhalif" diye tanımlayan bazı insanlar, sistemi sistem yapan militarizm, iktidar, hiyerarşi vb. kavramlarını kurdukları örgütlerin içlerine yerleştirerek sisteme hizmet etmekten farklı bir şey yapmazlar.

Gücü elinde bulunduranlara isyan ederler, çünkü gücü ele geçirmek isterler. Bunu da ezilenler adına yaparlar. Bir insanın ötekine adalet, özgürlük ve ekmek getirmek adına kendine öncülük misyonu biçmesi doğru değildir. İşte kendini öncü olarak tanımlayan bu kesim, gücü ele geçirdiğinde yeni bir sistem üretir, sistemi yıkmaz.

İktidarı kullanarak yapılan bir, daha iyi bir topluma ulaşma girişimi, görece daha eşit bir dağılımı getirebilir. İnsanlar, yeni yöneticilerinden bazı hizmetleri (sağlık, eğitim vb.) ücretsiz de alabilirler. Fakat baskı kalkmadıkça sömürü bitmez, toplum da özgürleşemez. Daha iyi bir toplum isteyen bir hareket, kendini tamamen ahlaki temeller üzerine yapılandırmalıdır. Birtakım isteklere ulaşmak için bu ahlaki temellerden verilecek bir taviz çok şeye mal olabilir.

Bugüne kadar birçok hareket baskıyı, iktidarı vb. kavramları içselleştirdi. İçselleştirdikleri oranda da karşı oldukları kişilere dönüştüler. Daha birçok hareket de bunları içselleştirecek. Bazıları da bunlardan uzak duracak. Ama önemli olan bin bir türlü fraksiyondan önce kendi içimizde bazı yanlışlıkları yok edebilmek. Ölümlü yaşamlarımızda insanlarla hayatı paylaşmak yerine onlara hakim olmayı seçiyoruz. Böylelikle düşlere, yaratıcılığa, özgürlüğe kısaca insana ihanet ediyoruz. Güçle biz, insanı yok ediyoruz. Güçsüzlüğümüzde ise yaşayabiliyoruz.

23 Mart 2009 Pazartesi

İnsanları Mutlu Ediyoruz!

Herkes eğleniyor, herkes ağlıyor, herşey sadece devam ediyor, kimse aslında niye olduğunu anlayamıyor, bu iş böyle gidiyor. Sıradan insanların mutsuz, kaos içinde, sıkıntılı, arayan ama özgür olan ruhları ekranda. Bittiğinde, insan büyük kudret biçtiği varlığının aslında ne kadar aciz olduğunu görüyor. Etten ibaret vücut ruhu temsil edemiyor. Burada da vücutlar perişan halde, ama zaten ruhlar bitkin, vücuda çok mu?

Hikayenin adı "Böse Zellen". Yani Özgür Radikaller. Alman yapımı 2003 tarihli. Odakta anne, eş, kardeş, arkadaş Manu var. Manu uçak kazası yapıyor, zor kurtuluyor, Andrea'yla kaçamak yapıyorlar, ordan kurtulamıyor. Sonra daha çok etrafındakilere yoğunlaşıyoruz. Andrea anaokulu öğretmeni. Diskoda delicesine dans ediyor, türlü kişiyle yatıyor, biraz düzene geçmeye bile çalışıyor, ama olmuyor. Sonunda kendini uçuşa geçerken buluyor. Lukas Manu'nun kardeşi. Fraktallar, karadelikler, kaos dünyası. Anlatıyor, araştırdığını söylüyor, belki o da bilgisayar monitörü başında fraktallar sonsuza giderken kayboluyor. Sandra çareyi terapilerde arıyor. Bir aile çiziyorlar orda ona. Lukas'ı konuşuyorlar. Lukas çok heyecanlı onun yanındayken. Konuşuyor ve konuşuyor. Sandra'da hep dinliyor. Bu arada Sandra'nın annesi kilise korosunu, evinin karşısındaki polis Karl'ı seçiyor. Ama Karl onu seçmiyor. Bir de çocuklar var, Lukas'ın öğrencileri. Manu'ya çarpanlardan biri de onlardan. Gabi felç geçiriyor, Kai hep af diliyor. Bol sivilceli ve koca götlü Patricia da olanları hep tek başına uzaktan izliyor. Diğer çocuklardansa çok daha temiz bir ruhu o taşıyor, sonunda da bununla Kai'ye ulaşıyor.

Bu insanların hepsi dışarıda kalmış. Bir döngü devam ederken onlar entegre olamamışlar, birşeylerin peşindeler ama ulaşamıyorlar da. Sessiz görüntülerde ruhlarının vücutlarına dışavurumunda görüyoruz yaşadıklarını. Pek birşey demiyorlar, iki kelam ediyorlar o da günlük (demeseler de biliyoruz zaten). Onların yaşadıklarından kendi yaşadıklarımıza ulaşıyoruz sanki. Düzene ne kadar entegre olduğumuz, burada ne işimizin olduğu, tütünü ciğerlerimize çekerken ki hallerimiz, ve soyutlanıp uçuşa geçtiğimiz anlar.

Not 1 : Filme cnbc-e'de rastlamıştım, normalde hayatta bir filme ortasından girmem ama Lukas'la Sandra'nın vedalaştıkları sahne çok etkileyici geldiği için devam ettim. Bu akşam da önceden edindiğim filmi tekrar izledim.

Not 2 : Filmden resim olarak ekleyebileceğim üç etkileyici kare vardı: Lukas'la Sandra'nın vedalaştıkları sahne, Andrea'nın karların üzerine uzanması, Andrea ve Yvonne'un yağmur altındaki son sahnesi. Son sahneyi seçtim, ama üçü de birbirinden güzel kareler.

Not 3: "İnsanları Mutlu Ediyoruz!" = "wir machen sie glücklick!". Andreas'ın çalıştığı yerde göze sürekli çarpan afiş.

8 Mart 2009 Pazar

It is Happening Again

Karanlık basmış. Ağaçlar rüzgarda hışırdıyorlar, ve bir ev gözüküyor. Evin içi. Birçok nesne görülüyor. Pikap dikkati çekiyor. Saatin tiklemesi gibi bir müzik duyuluyor. Sanki herşey tekrar başlıyor. Merdivenlerden bir kadın aşağı doğru sürüklenerek geliyor, acı çekiyor, kendinde değil.

Ajan ve şerif karakoldalar, görmüyorlar ve arkalarında biri var, elinde bir kütük. Önce ajan hissediyor ve dönüyorlar. Kütük kadına doğru yürüyorlar. Soruyorlar, o da "Neyin olacağını ve ne zaman olacağını bilemeyiz ama Roadhouse'ta baykuşlar var" diyor.

Kadın tekrar gözüküyor, yerde sürünüyor, salona geliyor. Birden salonun ortasında beyaz bir at görüyor. At kayboluyor, kadın bayılıyor. Hemen arkasında bir adam ayna karşısında hazırlanıyor, şık giyimli. Hemen yakınında da kadın yerde yatıyor.

Roadhouse'ta kırmızı sahnenin kırmızılı rüya şarkıcısı sevgisini şarkılarıyla anlatıyor. Orada aşıklar da var. İçinde oldukları çıkmazı, çektikleri üzüntüyü konuşuyorlar. İçeri ajan, şerif ve kütük kadın giriyor. Oturuyorlar. Atıştırıyorlar. Vakit geçiyor, rüya şarkıcısının kararan şarkılarıyla Roadhouse'da gece oluyor. Ajan bekliyor. Şarkı devam ediyor. Birden atmosfer ağırlaşıyor, rüya şarkıcısı kayboluyor, dev sahnede gözüküyor. Ajan onu biliyor, ona bakıyor. Yine oluyor, yine oluyor.

Ayna karşısındaki şık adam gülümsüyor. Adamın ruhunu ayna yansıtıyor. Bob orada saklanıyor. Gülüyor, heyecanlı, hazırlık yapıyor. Yeni kız yukarıdan bağırıyor, ölüm kokusunu soruyor. Aşağıya iniyor, yerde yatan kadını görüyor, ve sonra Bob'u. Çığırıyor, Bob ona da tanıdık. Bob koşuyor, alıyor onu. Sesler bozuluyor. Kız kaçıyor, o kovalıyor. Yeni kız önceki gibi değil, çaresiz, direnemiyor. Ardı ardına yumruklar, çığırışlar, kanlar. Saate benzeyen ürkütücü müzik hep havada çalıyor. Kız nefes almakta zorlanıyor artık. Kızı kucaklıyor, salonun ortasında döndürüyor. Adam "Laura, Laura" diye ağlıyor. Avcı avına saldırır gibi Bob kızın tadına bakıyor. Dönüyorlar ve Bob kızı parçalıyor, dönüyorlar ve Bob... Kız vahim halde. Farkında ve acı içinde. Bob kızı tutuyor, adamın ona söylediğini söylüyor, ve kızı duvara, duvardaki cam çerçeveli bir resme çarpıyor. Yeni kız yere düşüyor. Yüzü kanlar içinde. Artık bitmiş. Bob kızın üzerine çömeliyor, kanlı bir parmağının tırnağına bir "O" sokuyor.

Roadhouse'ta dev sahnede. Ajan dikkat, merak ve heyecanla ona bakıyor. Dev sahneden kayboluyor. Kırmızılı şarkıcı dönüyor. Aynı donuk şarkı devam ediyor. Bardan uzun, yaşlı bir adam ajanın yanına geliyor. Ajan onu tanıyor, deve yakın. Elini ajanın omzuna koyuyor, "Çok üzügünüm" diyor kederli bir yüz ifadesiyle. Ajan birşeyler olduğunu anlıyor. Roadhouse'a kasvet çöküyor. Aşık kız ağlamaya başlıyor, asi çocuk bile hüzünleniyor. Sahne kapanıyor.

1 Mart 2009 Pazar

Baykuşların Göründüğü An

Karanlık bastırıyor. Tanık yolculuğa çıkıyor. Sisli bir ortamda ölüm vagonundan ışık sızıyor. Baykuş dizlerinin üzerine çökmüş, kurban yerde yatıyor. Tanık titriyor, çırpınıyor. Baykuş koşarak geliyor. Kurban onu biliyor, ona doğru yüzü bembeyaz ve kan içinde, gözleri faltaşı gibi açılmış şekilde bakıyor, acı çekiyor ama hiddetle direniyor. Baykuş silahları çıkarıyor, baltayı indiriyor, kurban çığırıyor, baykuş birkez daha, birkez daha indiriyor. Tanık komada, kurban bitmiş, o bembeyaz temiz meleksi haliyle yerde yatıyor. Baykuş yeminini yerine getirdi, böğürüyor ve böğürüyor. Sahne kapanıyor, ama hikaye bitmiyor, çünkü baykuş yeminli, ki yine öldürecek.

20 Şubat 2009 Cuma

Kuzeyden Bir Haritacı

Soldaki zat-ı muhterem Norveçli trompetçi Arve Henriksen. İlk kez birkaç hafta önce Ay Palas'ta dinlemiştim bir parçasını. Asıl daha dikkate almam Hilmi Tezgör'ün Radikal 2'de onunla ilgili bir yazı yazmasıyla oldu. Geçen yıl çıkardığı albümü "Cartography"yi birkaç gündür dinliyorum. Önceden de birçok kez beni çok heyecanlandıran, sarsılmama sebep olan müzisyenler bulmuştum, Arve Henriksen de onlardan biri oldu.

1968 yılında doğmuş, Trondheim konservatuarında eğitim görmüş, sonra da çeşitli müzisyenlerle çalışmış. İlki 2001'de olmak üzere 4 albümü var (Bu bilgileri wikipedia'dan ve Arve Henriksen'in sitesinden edindim) . Şu an sadece "Cartography"yi dinlemiş biri olarak, müziği için minimalist ve ruhani diyebilirim. Kaldı ki, trompeti çalış stiliyle ün yapmış Arve Henriksen. Stilini oluşturuken Japon flütü Shakuhachi'den esinlenmiş. Arka plandaki bilgisayar destekli derinlikli ortamda kimi parçalarda sanki trompetiyle ağıtlar yakıyor. Bütün albümü dinleyebildiğim anlarda bulunduğum ortamdan beni kopardığını hissettim. Bu arada albümün adı "Cartography" haritacılık anlamına geliyor. Albümdeki şarkı adlarına da bakılınca albümün temasının insan yaşamının haritasını çıkarmak olduğu görülüyor.

Albümde "Before and Afterlife" ve "Thermal" parçalarında sözler yer alıyor, şiirsel olarak okunuyor. Sözleri yazan ve okuyan David Sylvian. Sözleri bulamadım, ama çat pat çıkardığım şeylerden gayet manidar olduklarını sanıyorum. Müziklerde Henriksen'in dışında Jan Bang, Audun Kleive gibi dostlarının da emeği var.

Bunları yazarken de arkada albümü dinliyorum. Arve Henriksen kesinlikle takip edilmesi gereken bir müzisyen. Umarım dün akşam Tindersticks'i izleme fırsatını yakaladığımız gibi onu da canlı izleyebiliriz buralarda.

Resmi sitesi
Wikipedia sayfası
MySpace sayfası
Last.fm sayfası
Cartography'le ilgili bilgiler

Not 1 : 6 ay önce hakkımdavari bir yazı yazmıştım, sonra hiçbir şey yazmadım. Böyle uzun aralar vermek iyi değil hakkaten, düzensiz olacağına, sık yazmasa da insan arayı çok açmamalı. Açtıkça yazmaktan kopuyor.

Not 2 : Ay Palas'ı pazartesi 23:00'de Açık Radyo'da Tolga Yağlı yapıyor. Hilmi Tezgör de 21:00'de Vertigo'yu hazırlıyor.